00:12 -
No comments


hikaye
Turuncu yıldız geldiğini haber verirken yattım. İlk kez düşünmedim, bilincim boştu. Uyumadım, ama düşünmedim de. Görmedim, duymadım. Sadece nefes aldım. Burnumdan alıp ağzımdan verdim. Sağlıklı ve önemseyecek bir şeyleri olan insanlar gibi. Alarmları çalmadan uyanmayı başarabilen insanlar gibi.
Günlük alışkanlıklarım değişmişti. Uyumak, sabahtan başlayıp güneş en tepedeyken sona eriyordu. Sonra sigara içiyordum. Az içiyordum. Biraz da cin. Başka içki sürmedim çeyrek asır sekiz yıllık ömrü olan ağzıma. Almadım arpanın tadını, anasonun kokusunu. Meltem'den başka tütün de içmezdim, ama satılmıyormuş artık. Ben de alfabeyi takip edip babamın adını taşıyan sigaradan aldım. Beğenmedim, beğenmeyeceğim. Ama içiyorum. Kendime fikrimi sormayı bırakalı çok oldu. Önemli değil bir şeyi beğenip beğenmemem. Beni öldürmeye yarayacaksa, iyidir.
Kapının birkaç kere daha yumruklanırsa kırılacağını anladım ve koşup açtım kapıyı. Bana doğru bakan bir namlu, içindeki altın renkli ucu sivri ve arkası kalın bir mermi, onun arkasında da dili sivri ama tırnakları daha sivri bir dişi. Yeni boyanmış saçlarından dövüp terk ettiğim kadınlardan biri olduğunu anlıyorum. Ya terk edeli çok olmamış, ya da kuaföre gitmeye üşenmiş olmalı. Gözlerini görünce üşengeç olmadığını anlıyorum. Amanda'ydı bu, tanıdığım en ırkçı İngiliz.
Sanırım, ona İngiliz olduğumu söylemiştim. Ve beni İstanbul'da bulduğuna göre, yalanımı anlamıştı. Kısa ve kızıl saçları dikti. Küfürleri kadar sert görünüyordu jöleli saçları. Postallarının daha sert olduğunu burnumdan gelen kemik sesiyle anladım. Su yüz derecede, kemik iki ayda kaynardı. Tam iki ay yatmak için yeni kanepemi nereden alacağımı düşünürken aldım barutun yanık kokusunu. Ülkesinde anarşizmin bir zamanlar hüküm sürdüğü bir ırkçı, bu kadar kötü nişancı olamazdı. O hâlde isteyerek vurmuştu ufak çerçeveyi. Altı yaşında mantardan ölen ikizimin sonradan usta bir reklamcı tarafından amatörce renklendirilmiş fotoğrafını.
Belki de uyumamı sağlayan o fotoğraf olmasaydı, ölü olan ben olacaktım, kızıl saçlı İngiliz değil. Ama emindim, benim kadar merhametli olmayacağına. Bedenim kokardı kesin. O gerizekalı beni denize atmayı akıl edemez; üç ay içinde esedim bulunur, iki ay sonra da 3. sayfada ufak bir kutuda başlık olurdu: "Irkçı İngiliz, genç memuru öldürdü."
Memur. İki ay önce, bizzat İstanbul İl Emniyet Müdürü'ne verdiğim istifa dilekçesiyle beraber masaya bıraktığım tek sıfatım. Dokuz yıl delirten meslek. Bilinen tabirle, ajandım. Bilinmeyen tabirle Milli İstihbarat Teşkilatı Londra Ateşesi'ydim. İki yıl daha dayansaydım bu hastalığa, elçi olacaktım. Zeval olmayacaktı bana, dindar başbakanımın tehditlerini en güvenli ve güvenilir yüz ifadesiyle fırlatacaktım İngiliz meslektaşımın yüzüne. Ve bunu yaptığım için öldürülürsem, savaş çıkacaktı. İstemedim. O kadar çok insanın katili olmam ihtimali vazgeçirdi beni.
Şehir değiştirdim, çaldığım ufak motorlu balıkçı teknesiyle. Az kalmışken motor bozuldu, altı saat kürek çektim. Güneşin son battığı şehre vardım. Uğruna yüz binlerce üniformalı kahramanın üç beş adam rahat etsin diye bilincini tanrıya adadığı yere. Çanakkale.
Geçilmez diyenlere inat otobüsle geçtim şehri, boydan boya, güneye doğru. Müzikle aramı yapan çöpçatan Nejat Yavaşoğulları'nın dediği gibi: "Solda güneş yükseliyordu, güneye giderken..."
Uyandım ve kayboldum. Uçtum, koştum, yüzdüm, süründüm. Kaçtım. Hep kaçtım. Geçmişimden, kendimden. En çok da duygularımdan. Bir şeyler hissetmeyeli çok oluyor. "İnsan denen canlı geçmişi hatırlamaya programlı." yazmışlardı bir yere. Hatırlamıyorum. Prensip olarak hiçbir şeyi hatırlamıyorum. Bu kararı iki saat önce verdim. Onu bile hatırlamıyorum. Bıraktım. Unuttum. Sevmeyi, sevilmeyi. Sarhoş olmayı bile unuttum. Hasta olamıyorum. Ölümüm hastalıktan olsun isterdim. Hastayım. Bu yüzden hasta olamıyorum. Öldürmeyen bir hastalık bu. Adı kasvet.
Kaçamıyorum. Hissedemiyorum. Hissetmeyi bıraktım. Çok oluyor. Hiçbir şey az önce olmadı. Her şey çok önce oldu. Hatırlamıyorum. Yaşamıyorum. Dünya diye bir gezegendeyim. Doğalı çok oldu, nerede hatırlamıyorum. Ölmeyi bile unuttum. Ölmek derin bir uyku dediler, uyumayı da unuttum. Artık kaçamıyorum, çünkü kaçmayı unuttum. Bütün yolları, tanıdığım insanları unuttum. Öldürmeyi unuttum. Kendimi unuttum, çok oldu.
Hatırlamıyorum.
-DEVAM EDECEK- Emre Can Sancar
0 yorum:
Yorum Gönder