10 Aralık 2013 Salı

11:08 - No comments

.

rahatsız etmeyeyim. çok sevdiğim bir şarkı sözünü atıp kaçıyorum yarın akşam bir şeyler yazacağım.

hayat (mor ve ötesi/ Gül Kendine-2001)

uğraş didin farklı şeyler yapmak için
üç kişi ya da beş kişi anlar

ve zaman ve zaman farklı yüzlerle
bazen yanında bazen arkanda

yalan diye bir şey yok
gördük ama konuşmadık (öldük ama avunmadık)

ve hayat her şey yolundayken
dur dedi artık
ve hayat herkes evindeyken (işindeyken)
dur dedi artık
ve hayat -ki canına tak etmişti-
sus dedi artık
ve hayat

kırık düşler aynı yalnızlık
öyle azaldık ve yıprandık ki

kafamız karışık değişmek zor
dünya yıkılsa anlamazlar
sevgiler.

12 Kasım 2013 Salı

12:20 - No comments

şiir

birinci

duvarları falan da yıktık sonra
evlere sıra gelmesini bekledik
oturduk bir kaldırım köşesine
yüksek tarafında o vardı
bir sigara yaktık
bir sigara.
bir sigara yandı
     ben falan vardım işte
     güneş yoktu geldi sonra
     üşümüyorduk
     titriyorduk ama inadına üşümüyorduk
güneşe kafa tutan iyi çocuklardık.


uzak

anladığında saat birazcık geçti
takvimler vardı işte ya
uzak takvimler
aylar sonrasına kurulmuş saatlerimiz falan vardı
sahi
noldu onlara ya!
kim bozdu oğlum bu planları
kim yıktı lan!
biz becerdik ya kırk yılda bir
elbet delinin birisi çıkacak ya
illet olsun ya illa!
gıcıksın, mehtap!
aşk olsun!

2 Kasım 2013 Cumartesi

12:44 - No comments
merhaba dostlar. uzun zamandır post atamıyorum birikti ancak kafamda. kağıda döküp buraya atmam kısa bir zaman alacak. hikaye yazıyorum öncekine devamen, şiir yazıyorum. dolu dolu bir kasım geçiririz umarım. siyaset falan da biraz etkileyince blogu tartışma platformuna çevirmek istemedim açıkçası. dönüyorum ve umarım iyi olur. sevgiler ve "iyi geceler, tabii böyle bir şey mümkünse"

E

29 Ağustos 2013 Perşembe

18:37 - No comments

liseli haykırması

merhaba. önce kendimi tanıtayım. ben, adına konuşacağım tüm akranlarım gibi 90'ların ortasında doğmuş bir lise öğrencisiyim.
ya da sizin y kuşağı, ergen, milenyum çocuğu, asosyal gibi lakaplar taktığınız çocuklardan biriyim.
ailelerimiz genelde 80 sonrası dönemi yaşamış ve olaylardan ürkmüş olan, siyasi bilgisi sağ-sol ve parti isimleri kavramlarından ileri gitmeyen orta yaş grubu.
abi veya ablalarımız ise x kuşağı denilen, çocuklukları ve bilgi birikimleriyle övünen üniversite öğrencisi veya mezunu, 80ler sonu 90lar başı çocukları.
geçtiğimiz haziran'a dek ailelerimiz tarafından asosyal, abi ablalarımız tarafından ise apolitik olmakla suçlanan ve yine onlara göre bilgisayar başından ayrılmayan tembel çocuklardık.
oysa biz abi ve ablalarımızdan daha kaliteli müzikler kitaplar ve filmlerle ilgilenip anne babalarimizdan daha fazla araştıran ve politika hakkındaki tek eksiği bir taraf olmak olan, teknolojiyi tutarlı (?) ve yararlı kullanabilen ve en önemlisi bir mizah anlayışı olan bir nesildik, tek derdimiz; bütün bunları kimseye anlatamıyorduk. onların gözünde "televizyon kanallarını düzenleyen çocuk" ya da "zeki ama çalışmıyor" kavramlarından öteye geçememiştik.
biz farkındaydık aklın ders notlarından ibaret olmadığının, ama kimseyi buna inandıracak kadar cesur değildik.
sonra bir şeyler oldu. ağaçlar kesilecek dediler. elimizin en alıştığı yer olan klavyelerimiz haykırdı, bir anda ellerimizde ilaçlı su, sokaklarda bulduk kendimizi. gece 6'dan sonra tek başımıza çıkmaya korktuğumuz sokaklarda, gece 1'de bağırırken: "bu daha başlangıç mücadeleye devam!"
atatürk sevgisiyle büyütülen son nesil, yeni bir kurtarıcı gelmeyeceğini anladı, bu sefer anlatabildi de.
aramızdaki tek farkın rengimiz olduğu insanlarla el ele, hiçbir bayrak altında kalmadan, tek ortak düşman faşizme karşı rengarenk bir şey mücadele verdik.
ve gösterdik gücümüzü, büyüğümüze se, zorbamıza da...

19 Temmuz 2013 Cuma

16:28 - No comments

bir zamanlar

bir zamanlar çocuktum, bilmem hatırlar mısın.
ve ben bir zamanlar iyi bir çocuktum.
bilmezdim fikrimin arka bahçesini
henüz göremezdim karanlık köşelerimi.
bir zamanlar telefonda şarkı söylediğim bir sevgilim vardı, bilmem şimdi nerededir.
o zamanlar bilirdim sevmeyi be doktor, hiç kötü düşünmeden sevmeyi.
zaman karşıma onu çıkardı sonra.
ne ben kaldım geriye, ne de çocukluğum.
beni sana düşüren de oydu doktor
bir zamanlar sağlamdım.
bir zamanlar hayat çok güzeldi doktor.

17 Mayıs 2013 Cuma

11:54 - No comments

şiir

DOKTOR

Çok mu mutluyum bu evrene?
Yoksa onlar mı çok mutsuz?
İçimde olanlardan rahatsız oluyorum. Coşkumdan utanıyor, sevincimi saklıyorum.
Ne oluyor bana?
Fazla mıyım bu sevimsiz zindana?
Yoksa bayram olan bu yeri zindan eden ben miyim?
Utanıyorum.
Mutluluktan utanıyorum.


Kaybettim, her zaman.
Bir şeyler yine gelir mi zihnime?
Duramaz mıyım acaba yine yerinde coşkudan?
Olur mu bunlar?
Doktor, kimdir bana bu zulmü gösteren?
Dedikleri gibi en yukardaki mi?
Yoksa inandığım gibi en dipteki mi?
Derinlere mi gömdüm acımı?
Yoksa gökyüzünün bile üstüne mi çıkardım?

Duyamıyorum, hissetmek ağır geliyor.
Mutluluğu yalnızlıkta buldum.
Ondandır bu fazlalığım.
Bir adamım ki kaybetmeyi bilmez.
Kazanmak düşmanım şimdi.
Eğer bir oyunsa bu,
Ben onu en dipte görmeye oynuyorum.
Korkuyorum.
Ve utanıyorum, bir daha mutlu olursam diye.
Unutuyorum her şeyi en baştan.
Kasvet hariç.
Doktor, utanıyorum.

19 Nisan 2013 Cuma

14:25 - No comments

hikaye

-DEVAM-

"Kahire!" diye bağırdı gri gözlü muavin. On altı saat uyumuştum, altı saat koştuktan sonra. Pasaportum olmadığını farkeden polis eski bir koşucuydu. Televizyonda gördüğümü söylemem bile işe yaramadı. Neyse ki kısa mesafe koşucusuydu zira etrafımda üç buçuk duvar ve demir parmaklıklar yerine insanlar vardı. Çok insan. Sesler, kokular ve çöl. Alabildiğine çöl.
 Burada tanıdığım kimse yoktu. Dünyada tanıdığım on kişi vardı. Babam, kendim, beş ceset ve üç adam. Silah, uyuşturucu ve kıyafet satıcıları. Kadınları tanımam, tanıdıklarım da ölüler. Bir gün zombi olursam diye aklımda tutuyorum isimlerini. Hepsi denizde. Islak.
 Bu oyunda bana çok yer vardı. En önden. Reddettim. Oynamadım. Önüme çıkan her şeyi öldürdüm. İnsanlar hariç. Çoğu. Kaybetmeyi bir ödül saydım kendime. Vazgeçmeyi de hedefim yaptım. Hedefi tam on ikiden vurup büyük ödülü aldım. Gizlice. Uykumda. Sonra sakladım. Sağ baldırımda açtığım dört birimlik çukura. Birim zira hangi ülkede olduğumu hatırlamıyorum. Cetvellerin üzerindeki çizgilerden başka okuyacak bir şeyim yok. Belki paraları okurum.
 Herkesten çok okudum, şimdi hepsini unutmaya kalkıyorum. Kolay yapıp zor bozduğum tek şey öğrenmek. O kadar bıktım ki insanların her şeyi bilmelerinden, rüyamda kulaklarımı kestim. Ölürsem duymamayım diye. Ölürsem gürültü yapanı öldürürüm diye. Ben öldüm, bu çukura başkasını da çekmeyeyim diye. Uykumda çok iyi bir adamım.
 Bulunduğu kabın şeklini alabilen her şeyi yutarken bir şeyler öttü. Çok sesli bir orkestra içinde bulunduğum yaylı döşeğin altına saklanmış, bana Mozart'ın ırkdaşarımın adına yazdığı melodiyi metal aletlerle tercüme etmeye çalışıyordu. Dünyanın en ucuz oteli olan bu çöplüğün ücretini resepsiyonisti döverek öderken yerde gördüğüm ışıklı makinenin bu kadar yetenekli bir müzisyen olduğunu düşünmemiştim.
 Üzerine artık tutmayan ellerimin bilekleriyle bastığım makineden çıkan ses dünyanın en korkunç sesiydi. Evrenin de. Gezegenlerin. Çünkü onun sesiydi. Kalın, t'leri alabildiğine düz ve vurgusuz ama tam tersine s ve z'leri yarış arabaları gibi sürtüşmekte. Eğer ses tellerinden bir alet olsaydı kontrbas olurdu. Ve korlu filmerinin müziklerinde kullanılırdı. Kendisi de bir korku filmiydi. Her şey onun yüzünden olmuştu. İngiltere ve Türkiye arasında bir köprü olsaydı onun adını koyarlardı. Sadece iki dil bilirdi. Doğduğu yerdeki insanları anlamaz, onları yabancı bilirdi. O doyduğu yerlere ait olanlardan değil oralara sahip olanlardandı. Adı tek harfti. Yirmi beş yaşında doğmuştu. Ve gördüğüm en hareketli ölüydü. Tanıdığım tek zombiydi. Sadece ruhu ölmüştü, yirmi beş yaşında.

13 Nisan 2013 Cumartesi

14:29 - No comments

şiir

ZOR

Gökyüzünü karalamak gibi aşık olmak.
Karanlığın çökeceğini bile bile yazıyorsun
Bazılarının kalemi gök mavisi
Fakat sen asla onlardan olamıyorsun.

Kadın, istasyonda iki dakika duran lüks tren gibi.
Yakalayabilirsen ne mutlu;
Ama kaçırırsan, kalırsan arka vagonlara
İşte o zaman halin olur çöldeki Mecnun gibi

Ve zaman çok dar bir frekanstaki radyo istasyonu.
Frekansı tutturmak o kadar zor ki, anlayamadan bitiveriyor radyonun pili.
O frekansı aramakla geçiyor ömrümüz;
Gökyüzüne çizmek, trene koşmakla...

ŞEREFE

Sakin bir akşamdı, yakamozsuz
Mehtap saklanmıştı bulutların arkasına
Oysa daha dün onun  şerefine yudumlamıştık
Anasonlu, buzlu kadehlerimizi

Belki unutmamız gerek bu sefer
Zira hayat yeterince zorlarken
Bir de birbirmize yük olmamalıyız
Acı çekmenin ne demek olduğunu bilen asıl bizleriz

Olur da hatırlarsak, birer kadeh içmeliyiz şerefimize.
Zaten başka neyimiz kaldı ki uğruna içecek?
Ve ağlamalıyız biraz da, hafifçe çiselemeli göz pınarlarımız
Yoksa kararıp gideriz mehtap gibi, dökemeden içimizi.


emre can sancar

16 Şubat 2013 Cumartesi

00:12 - No comments

hikaye

 Sonsuz bir yağmurdu bu seferki. Islatmak için değil, ağlatmak için yağanlardan. Bu saatte dışarıda kimse olmazdı. Uykusuzlar için düzenlenmiş özel bir yağmurdu bu. En iyi arkadaşı gözyaşı olanlardan
 Turuncu yıldız geldiğini haber verirken yattım. İlk kez düşünmedim, bilincim boştu. Uyumadım, ama düşünmedim de. Görmedim, duymadım. Sadece nefes aldım. Burnumdan alıp ağzımdan verdim. Sağlıklı ve önemseyecek bir şeyleri olan insanlar gibi. Alarmları çalmadan uyanmayı başarabilen insanlar gibi.
 Günlük alışkanlıklarım değişmişti. Uyumak, sabahtan başlayıp güneş en tepedeyken sona eriyordu. Sonra sigara içiyordum. Az içiyordum. Biraz da cin. Başka içki sürmedim çeyrek asır sekiz yıllık ömrü olan ağzıma. Almadım arpanın tadını, anasonun kokusunu. Meltem'den başka tütün de içmezdim, ama satılmıyormuş artık. Ben de alfabeyi takip edip babamın adını taşıyan sigaradan aldım. Beğenmedim, beğenmeyeceğim. Ama içiyorum. Kendime fikrimi sormayı bırakalı çok oldu. Önemli değil bir şeyi beğenip beğenmemem. Beni öldürmeye yarayacaksa, iyidir.
 Kapının birkaç kere daha yumruklanırsa kırılacağını anladım ve koşup açtım kapıyı. Bana doğru bakan bir namlu, içindeki altın renkli ucu sivri ve arkası kalın bir mermi, onun arkasında da dili sivri ama tırnakları daha sivri bir dişi. Yeni boyanmış saçlarından dövüp terk ettiğim kadınlardan biri olduğunu anlıyorum. Ya terk edeli çok olmamış, ya da kuaföre gitmeye üşenmiş olmalı. Gözlerini görünce üşengeç olmadığını anlıyorum. Amanda'ydı bu, tanıdığım en ırkçı İngiliz.
 Sanırım, ona İngiliz olduğumu söylemiştim. Ve beni İstanbul'da bulduğuna göre, yalanımı anlamıştı. Kısa ve kızıl saçları dikti. Küfürleri kadar sert görünüyordu jöleli saçları. Postallarının daha sert olduğunu burnumdan gelen kemik sesiyle anladım. Su yüz derecede, kemik iki ayda kaynardı. Tam iki ay yatmak için yeni kanepemi nereden alacağımı düşünürken aldım barutun yanık kokusunu. Ülkesinde anarşizmin bir zamanlar hüküm sürdüğü bir ırkçı, bu kadar kötü nişancı olamazdı. O hâlde isteyerek vurmuştu ufak çerçeveyi. Altı yaşında mantardan ölen ikizimin sonradan usta bir reklamcı tarafından amatörce renklendirilmiş fotoğrafını.
 Belki de uyumamı sağlayan o fotoğraf olmasaydı, ölü olan ben olacaktım, kızıl saçlı İngiliz değil. Ama emindim, benim kadar merhametli olmayacağına. Bedenim kokardı kesin. O gerizekalı beni denize atmayı akıl edemez; üç ay içinde esedim bulunur, iki ay sonra da 3. sayfada ufak bir kutuda başlık olurdu: "Irkçı İngiliz, genç memuru öldürdü."
 Memur. İki ay önce, bizzat İstanbul İl Emniyet Müdürü'ne verdiğim istifa dilekçesiyle beraber masaya bıraktığım tek sıfatım. Dokuz yıl delirten meslek. Bilinen tabirle, ajandım. Bilinmeyen  tabirle Milli İstihbarat Teşkilatı Londra Ateşesi'ydim. İki yıl daha dayansaydım bu hastalığa, elçi olacaktım. Zeval olmayacaktı bana, dindar başbakanımın tehditlerini en güvenli ve güvenilir yüz ifadesiyle fırlatacaktım İngiliz meslektaşımın yüzüne. Ve bunu yaptığım için öldürülürsem, savaş çıkacaktı. İstemedim. O kadar çok insanın katili olmam ihtimali vazgeçirdi beni.
 Şehir değiştirdim, çaldığım ufak motorlu balıkçı teknesiyle. Az kalmışken motor bozuldu, altı saat kürek çektim. Güneşin son battığı şehre vardım. Uğruna yüz binlerce üniformalı kahramanın üç beş adam rahat etsin diye bilincini tanrıya adadığı yere. Çanakkale.
 Geçilmez diyenlere inat otobüsle geçtim şehri, boydan boya, güneye doğru. Müzikle aramı yapan çöpçatan Nejat Yavaşoğulları'nın dediği gibi: "Solda güneş yükseliyordu, güneye giderken..."

Uyandım ve kayboldum. Uçtum, koştum, yüzdüm, süründüm. Kaçtım. Hep kaçtım. Geçmişimden, kendimden. En çok da duygularımdan. Bir şeyler hissetmeyeli çok oluyor. "İnsan denen canlı geçmişi hatırlamaya programlı." yazmışlardı bir yere. Hatırlamıyorum. Prensip olarak hiçbir şeyi hatırlamıyorum. Bu kararı iki saat önce verdim. Onu bile hatırlamıyorum. Bıraktım. Unuttum. Sevmeyi, sevilmeyi. Sarhoş olmayı bile unuttum. Hasta olamıyorum. Ölümüm hastalıktan olsun isterdim. Hastayım. Bu yüzden hasta olamıyorum. Öldürmeyen bir hastalık bu. Adı kasvet.
 Kaçamıyorum. Hissedemiyorum. Hissetmeyi bıraktım. Çok oluyor. Hiçbir şey az önce olmadı. Her şey çok önce oldu. Hatırlamıyorum. Yaşamıyorum. Dünya diye bir gezegendeyim. Doğalı çok oldu, nerede hatırlamıyorum. Ölmeyi bile unuttum. Ölmek derin bir uyku dediler, uyumayı da unuttum. Artık kaçamıyorum, çünkü kaçmayı unuttum. Bütün yolları, tanıdığım insanları unuttum. Öldürmeyi unuttum. Kendimi unuttum, çok oldu.
 Hatırlamıyorum.

-DEVAM EDECEK- Emre Can Sancar

5 Şubat 2013 Salı

12:55 - No comments

K sert, S'yi uzat! kinyas!

kinyas!

FEELINGLAD BLOG YAYINDA.


merhaba insanlar.ben emre.emre can.dokuz.yazıcam.yazıyorum.yazdım.yazabilirim.belki.olursa.

KARALAMA DEFTERİ ŞEYSİ BU
beğenmeyen girmesin.oh mis.linki paylaşırsanız mutlu olmam.paylaşmassanız da mutlu olmam.ben prensip olarak mutlu olmuyorum.sevgiler.

fizy.com/#s/1aimcx